28 Ekim 2010 Perşembe

şarkıları sona saklamak

evvela baştacı etmiştik müphem bakışları.
sonra müzmin sessizliği geldi eski nakışların.
nedense gel-git olurdu uçurumlu günlerimiz.
evet öyleydi nakışlarımız işlendikçe usandıran,
ıslandıkça yanan gözlerimiz.

bir terminal kapısı görüyorum.
bilinmezin merkezinden köprülere uzanan,
hayır olmaz bu diyorum uçucu koku,
bahreyn'den yol alıp, malezyaya yayılan.

geriye dönüş var, toplayın yolcuları.
sakın geride kalan olmasın.

Mehmet ELÇİN
21 Şubat 2006

kavrayış ve biçem

dönüp durmasa o anlamsız kavaşaktan! kavram olan
hassas,
terazide ölçüsünü yitirmese! arı,
konacağı dolgun çiçeği es geçmese! kamyon,
uzak yoldan geçerken gece, ezip geçmese peygamber
devesini! uğultu,
-o karmaşık nesne, sessisliğin ölümünü ister gibi-
sürüp gitmese! sarhoşlar,
bardakla kendini kemale erdirip
ayılınca dünya yine tersine dönmese ve erise!
kemikleşmiş zihinlerin izdüşümü,
uzanabilse değişimin uçlarına doğru uçarak! ve insan,
...

Mehmet ELÇİN (Selim Ünüvar için)
9 kere 9 Haziran Çarşamba 2004

benden düşüncemi değiştirmemi istiyorlar mori

savsaklanamaz bir konu bu.
düşünme lüksümü duvarlara çizmekle,
iki doğrunun birleştiği yerini
tespitim,
korkutuyor şeklini muzdaribin.

eviriyorlar ruhumu.
diyor ki ; "acı çekiyorum doktor"
oysa,
acı çekmenin hangi mesabesini
kemirerek göçtüm bu şehirden?
halbuki,
hangi doktor iğdiş etmişti onun ruhunu?

benden yaşamaya sabretmemi isterler jack.
sonumuz geldi.
ölmeye rağmen kazanmayı bilmek
hep savaşçının düşüdür.
nedense,
benden dünyayı aynen bırakmamı isterler.

morinin gölgesi düşer de bu şiire
öfkesi yadsınamaz
belkide,
benim hiç yürek bu duruşuma
bir anlam verilemez,
kabul etsekte, zaman hakimidir tüm yalanların.

hani demiş ya evvel biri
"biter tümden resimli kitaplar
bitmeyen serlerin inadına kapılırım"
benim ki de o hesap,
yada
benimki o söyleyenin hesabı.

ben değişimi isterim.
ben değişmeyeceğim.

Mehmet ELÇİN
9 Haziran 2004 Titrek Çarşamba

20 Ekim 2010 Çarşamba

dönüş yok

söz günü yaklaştıkça çözülen sır
ne zaman kalır seni devşirmeye
ne mekan.
gün geldi, dönence açıldı
kelimler yetmiyor seni pişirmeye
ne ateş, ne de kan
hep aynı köyün kavalcısı olmak
değil dilimizdeki kabarcık gibi
ne de asi bir kadın kadar iffetli.

yine aynı gömleği büründün
seni ayıramıyorum yine de,
kelimeler yetmiyor dedim ya.
ne hıçkırıklara gömüldün
ne de var çılgın bir kahkaha

seni ne uzamış araştırmalardan
ne de bulunan teşrilerden bilirim
yanık bir teselli ile bulurum seni
gülünç bir inanç gibi saklanan
mahçup bir pazartesiyim
sırların nehrine varıldı
hain bir cumartesiyim
sessiz rıhtımlar artık sarıldı.
dönüş yok.

Mehmet Elçin
12 Eylül 2005 Pazartesi
Kütahya

gezgin ceset

bezerim bahçemi ben
olmayan tohumlarım ve çiçeklerimle
sensiz olmayan dünyalarda gezerim.

serveti süreksiz olan yaz
mevsimlerin güzeli olup ve yaşanan
kışa doğru atılır tohumları
ayrılığın ve çözgün bekaretin.

mahpuslaşma beni ne olur!
temiz şakaklarım var ve mahçuplarım.
kimi katıksız horlayarak yazan çareyi,
harlayıp, parlatan kalaycı gözlerini kimi,
kimi ipi göğislemiş ve bozmuş bekaretini.

zamansız kalmamış mekanın bir zerresi
kimi ruhlar hazırlayıp sessizliği kente göçmüş
belki bin küskün ve kederli
bir diğeri yanılgı içinde omuzları ıslak
sıkışıp kalmış zaman bir tren vagonunda,
cesetler toplanmış kokusu çıkmak üzre.

şaşkın düşünceler ve ikindi mahmurluğu,
benim öteki yüzüm ve kastımın sağlamlığı.

Mehmet Elçin
10 Eylül 2005 Cumartesi
Kütahya

Şiir kitabı için çektirdiği fotoğraflar



Şiir kitabı çıkmadan, kitabın fotoğrafını Mondial Assistance'dan arkadaşları ile Yedigöller'e yaptıkları gezide çektirmiş.

18 Ekim 2010 Pazartesi

yarin çıplak ayağına sür beni

cengiz güzel söylerdi bu şarkıyı. türküyü mü desem.
gün aydınlıktı o zamanlar, karlar yağardı kışın fakat
güneş hep açardı sonrasında. sabah kalkınca evlerin
buzdan saçakları olurdu.
damlarda güneş çıkana kadar. okulumuz büyük gelirdi o
zamanlar bize. solcu öğretmenlerimiz vardı. darbeler,
siyasetçilerden bahsedilirdi.
kenan evren vardı. cumhur-u reisimizdi. dert ortağı
aramazdı insanlar derdine. suskunluk hakimdi aslında.
televizyonu olan ender ailelerdendik köyde.
cumartesileri türk filmi çıkardı. çok değerliydi o
zamanlar türk filmi. birsürü yabancı film olur olmaz
günlerde çıkardı da, türk filmi cumartesi akşamı
çıkardı.
annemler severdi de, aslında amcam yabancı filmeleri
daha çok severmiş. amcam en küçüğü babamların.
ondandır sevmesi derdim bende. ben çocuktum ve daha
çok şirinleri severdim.
ama yabancı filmler daha gençler için herhalde derdim.
türkçe konuşuyorlardı ama, ağızları hiç türkçe konuşur
gibi olmuyordu..
dediler sonra cengiz evlenmiş evlilik yaramamış ona.
leylim ley söylerdi cengiz. bizim sınıftaki çoğu
kimseden büyüktü. ama 2 yıl geç bitirdi okulu. ne
yapar şimdi bilmem. bir hastalığı da vardı galiba.
ülkemin gariban olduğunu ima eder bana. solcu
öğretmenlerimiz vardı o zamanlar. ikide bir leylim
ley'i söyletirlerdi cengize. örtmenim ne güzel bakardı
cengiz türküyü söylerken. karne alacağımız zamanlar
cengizin karnesine özellikle herkes bakardı.
çünkü birçok notu zayıf olurdu da müzik pekiyi olurdu.
biz bunu görmek isterdik. babam erbakan kitap
konuşuyor ama diğerlerinde iş yok derdi. yıllar sonra
erbakanla doğu perinçeki tartışır gördüğümde dinlemeye
koyulduydum.
dedim ki ne güzel sesi var adamın. babam herhalde
ondan öyle diyordu. ne bileyim bir kılıf bulmaya
çalıştım herhalde. doğu beyin hangi Allah dediğini
duyar gibiyim. garip gelmişti bana. anneme kapının
eşiğinde İsa kim diye sormuştum bir ara. bizim de
peygamberimiz derdi.
özallıydı yıllar. çabuk geçti. ve kimbilir kimler için
bugünler erdoğanlı ve ab'li.
...
yıllar geçiyor suyun
coşukusuyla,
çocukluğuyla,
sesiyle, kimyasıyla.
intizar edenler nerede?
...
yaşasın özgürlük!

Mehmet Elçin
04.04.05

30 Eylül 2010 Perşembe

Eylül, yıldönümü

Kimi zamanlar vardır, hatırdan çıkmaz yaşanan havalar. Bazı zaman dilimleri bu coğrafya için duygulara hitap eden zerrecikler taşır sanki. Kaybolan mı desek, yoksa kazanılan mı bilmem, her eylül bir yaprak daha dökülüyor sanki... Her eylül canım bir parça azalıyor, ruhum bir aşama geçiyor gibi. Her eylül can taşıdığımı fark ediyorum. Başka bir yerde, örneğin hep sıcak bir çölde ya da kutuplarda bu fark yaşanır mı acaba? Sanırım yaşanır. Öyleyse farkedilmeyen bir yer var mıdır? Eğer farkın farkedilmediği bir mekan varsa yıldönümü yaşanır mı? Zaman geçerken mekanın önemi hep var. Ama hilalin güneşe galebe çaldığı fakirim ne işe yarar ki bunun için? Örneğin (misal) Ramazan yaklaşıyor ve biz Ramazan'ı her mevsim yaşayabiliyoruz. Ramazan bizim için soğuk bir kış günü olduğu kadar sıcak bir yaz günü de olabiliyor.


Eylül, aşkların mevsimi. İlk görüşlerin, tanışmaların, yeni mekanların mevsimi. Neler öğretmedi ki bize.


Mehmet Elçin
6 Eylül 2005 Salı
Kütahya

Tarih yazar mı beni?



Bir şiir yazmak istiyorum fakat elim varmıyor. Gittikçe daha düzensiz ve verimsiz oluyorum. Bu tükenmiş bir doğuşa mı işaret? Zamansız yapılan bir iş gibi olsun istemiyorum yazdıklarımın. Bir şiir kitabım olsa ne güzel olurdu: Çok bir şey istemiyorum aslında. Zamanı uzatmak mümkün olmadığına göre mekanı daraltalım veya genişletelim. İsim ifade edemedim. Bu yazıyı daha fazla yazmak için küçülttüm. Bir anda yazabileceğim çok alan oldu. Zamanı biraz daha kullanacağım. Belki diğer sayfaya geçerim. Olsun. Belki bu sayfaya bir şiir sığar.

Ben yok iken

Eşyayı zorlamak isterim benden sonrası için.
Kapıyı zorlamak gibi bir şey değil bu
Ben yok iken edepsizlik edebilir kelimeler
Dedemlerin evi gibi toprağa karışabilir kalemler.

Tarih yazar mı beni?
Bir Mehmet geldi denir mi?
Geçti buralardan.
Yazının edebi varsa edebiyat oluyor
Neye hizmet etti Mehmet’in kalemi?

Eğer dördüncü boyuttaysa zaman, şeyin,
Benim için bu farklıdır
Belki bir başka boyut için
Benim olmadığım yerde su da vardır.

Bir üzüntü için dünyaları vermek
Bir sevince geri almak kadar olmalı
Bunu ölçen ben değilim
Neyin ölçüsü var bu karmaşada?
Ben hep varım

Mehmet Elçin
16.12.2005 Cuma
Yenişehir, Bursa
Askerdeyken son yazısı ve şiiri…

25 Eylül 2010 Cumartesi

Fatih'in düğününden



Aksaraylı Fatih'in düğünü ne zaman olmuştu tam hatırlamıyorum. Ama gençmişiz o zaman :)

14 Eylül 2010 Salı

akarsu durgunluğu

bunu sana nasıl anlatsam? herşeyin kolayına kaçıyorum.

saygınlığımı azaltanın bu olduğuna adım gibi eminim. bırakıp gitmek ister gibi bu ıssız kenti, baktım aynaya ve çıktım dışarıya.

sağ gözümün altındaki dikkat çekici leke olmasaydı, hayatımın daha iyi gideceğine olan inancımı geride bırakalı çok olurdu. ıssız ve bir o kadar geniş caddeleri var bu şehrin. hafif bir soğuk da var bugün.

zaten bilirsin soğuk havayı çok severim ben. kısmi ama bir o kadar derin bir iç çekişle şehrin meydanındaki o büyük çınar ağacının altındaki kütüğün üzerinde oturuyorum şimdi.

sağ yanımda şırıl şırıl akan bir çeşme var. büyük şehirdeyken çeşmelerin boşa akması çok canımı sıkardı. buralarda suyun boşa akmasına aldırış edilmiyor. son sözümü söyleyeli çok oldu Lisa'ya.

neymiş efendim buralar çok güzelmiş, ben özel biriymişim falan filan. elbette ki bahsettiği şey yüzümdeki doğum lekesi değil, huylarım. ne yani, insanın değişmez huylarının oluşu anormal birşey mi?

herkes gibi ben de kendimi kırlara atmak istemez miyim? oturup yazı yazmak ona buna laf yetiştirmek hiç hoşuma da gitmiyor doğrusu. takılıyorum ne yapayım?

insanlara laf anlatmaktan evet, usanmadım henüz. bir kez olsun beni anlayan çıktıysa bu kadar okuyanın yanında, sana imreniyorum doğrusu. burayı bırakmaya da niyetim yok. Lisa telaşlanmıyor zaten.

henüz son gönderdiğin yazıyı yazan edepsize de haddini bildirmedim. taş kafalı şehrinde mutlu olmadığını düşünmüştüm senin. buralara gel desem gelemezsin şimdi. öyleyse boşver. kal sağlıcakla.

mehmet elçin
07 ekim 2008 salı

yoktu çaresizliği bir şeyin

eskiden gözümüze öyle görünmezdi ayrılıklar. aykırılıklar. sevdiğimizi soğuk havada bekliyor olmanın sıcaklığı. boynumuzda eskilerden kalma atkımız. caddenin üstünde gezinirken yani volta atarken, 10lu yaşlarımızda, zor gelmezdi beklemek.

hüznü beyazdı martıların. hava soğuk, umudumuz sonsuz. başımızda yangın yeri kalabalıklar. sitem etmezdik fakat kızardık. çabuk kızıp çabuk sevinmeyi büyüdükçe terkettik. küçüldükçe kapıldık. duyularımıza ulaşan her ne varsa farkındaydık. gittiler hepsi. terkettiler bizi. denizde uzaklaşan buharlı bir gemi ile gittiler. geri gelmeyecek bir daha. yüklendiler gittiler. nerelere hangi kıyılara varacaklar. kimler karşılayacak, hangi çocuklari sevindirecek yükler. gittiler. yeni oyunlar bulunacak o kıyılarda. ismini bilmediğimiz cocuklar yine bilmediklerimize aşık olacaklar. onlarla aşık atamayacağız artık. voltalar atılacak yine orda. ufkumuz bile bu kadardi işte. kendi hayatımızda ne olduysa onlarda da onun olacağını sandık. sandığımız gibi gelişmedi hiçbirşey. gözlerim eskisi gibi değil, artık ağlayınca yanıyor.bizdeki değişime aynalar bile şaşırır oldu. her ne zaman baksam bana şaşkın şaşkın bakar oldular. evet benim de yolumu kesiyorlar. gemiler gideceği yere ulaşmış diyorlar. gelmeyecekler bir daha. beklemesin diye haber yollamışlar. şaşılacak derecede ilgililer benimle. halbuki ben kimsenin gözyaşını silmemiştim şimdiye dek. kimse silmedi çünkü benimkini. gören olmayınca böyle oluyor.

sensiz olmuyor dedi oyuncak kağnı geçenlerde. ben de ona dedimdi bir ara sensiz olmuyor diye. ondan böyle konuşuyor olmalı. halbuki ben ondan vefasızımdır. öylesine söylemistim oysa. öylesine yazıp yönettiğim gibi.

mehmet elçin
15 Ocak 2008

Mehmet Elçin - Şarkı Sözü

sulu sepken

ilk önce kaşık çatal gibi mutfak aletleri ile başlayacağız

ilk albümüzün adı da "kaşık&çatal aşkı" olabilir

albümün çıkış parçası "salça ve karabiber" idi bildiğin gibi

bu parçanın şarkı sözünü birlikte tamamlıyoruz.

salça ve karabiber

seslerin yankısıyla
kuşaklar, zinde siper
aşta olmazsa olmaz
salça ve karabiber

/*nakarat*/
özgürlük istiyorsan
ahrete kadar gider
aşkta olmazsa olmaz
güller ve karanfiller
/*nakarat*/

MEHMET ELÇİN
Başlangıç 28 Ocak 2008 Pazartesi

2 Eylül 2010 Perşembe

Ramazan'sız Hayatlar

Yıllar yılları kovalıyor. İlk orucumu tuttuğumdan beri 3 mevsim geçti. Önümüz yaz. Sanki yaz aylarında oruç tutulduğunu anımsıyor gibiyim. Bilmiyordum o zamanlar bilmeden su içmenin oruç bozmadığını. Ne ağlamıştım su içtim diye. Hayır tekne orucu değil, basbayağı oruçtu işte. Kılınan teravihlerden indirilen hatimlerden geriye hoş sedalar kaldı bize. Yazın ortasında, ekinlerin toplandığı zamanlarda hatta, oruçlar öyle tutulurmuş ki. Babam anlatıyordu, ağzım öyle kururdu ki, dilim damağıma yapışırdı diye. Akşam da epey geç olur tabi. Zaten köy yerinde gün bitmek bilmez.

Halkımız, onlar bizim insanlarımız. Yüzyıllardır bu inanca sahip çıkmış, yaz aylarının serin sabahlarında tarlalara düşmüş, mahsüllerinin, ekmeklerinin peşine düşmüş, aç kalmış ve susuz. Kış aylarının gecelerinde yenidoğan kuzuları üşümesin diye evin içine sobanın yanına kadar getirmiş, Ramazan'ı geldiğinde orucunu tutmuş teravih biter bitmez yorgunluktan uykuya dalmış. Oruç tutmayanı -evet- azarlamış, onlara kızarmış atalar. Kabul görmezmiş oruç tutmayan. Oruç yiyor denmiş, tutmayana. Bu mevzu tartışma konusu bile değilmiş. Hiç insan orucunu yer mi? Hiç namazını kılmaz mı bir insan? Nasıl olur aksi?

Oruç tutardı halkım eskiden. Nedeni ne? Açların halinden anlayalım diye mi? Ne komik. Hiç bilmiyor mu sanki açlığın ne demek olduğunu? Ama bunu günümüzün aşağılık pozitivist gönüllerine anlatamazsınız. Pek denemeyin. Herşeyi günün çıkarlarına ve elde edilebilecek olan faydaya göre nizam etmeye çalışan, sanki her duygunun daha keskin ve sayısal kavramlarla anlatılabileceğini düşünen, zihni fakir, ruhu yersiz-yurtsuz-vatansız kalmış ahlak denen kavramdan bereket dediğimiz kelimeye kadar bildiğimiz ne varsa tümünün sebeb-i hikmetinden bihaber, sığ insanların bulunduğu bir ülkede eskiye sahip çıkmanın ne demek olduğunu nasıl anlatmalı? Onlara, yani sığ insanlara, oruç tutanları da içine alarak söylemek gerekirse daha az yiyip daha fazla yardımda bulunmanın gerektiği bir ayda bu nasıl bir din anlayışı diye sorsak mı? İşte büyük boy bir ilan: iftarda sınırsız yemek 40 YTL!!! Sınırsız yemek? Ramazan'da?

Teyzemin oğlu 14 yaşında ölmüştü. Ben 12 yaşındaydım ve adı Ramazan idi. Benim Irmızan Agam. Sanki 18 yıldır Ramazan'sız kalmış bir toplumuz biz. Öyle geliyor bana. O zamanlar köyde herkes bir tas yemek götürürdü camiye. Namazdan önce biraz yerlerdi. Namazdan sonra hemen eve. Her evde bir tas yemek vardır aslında. Ama camide çeşit çeşit. Hala devam ediyor mu bilmiyorum. Köyde en son orucumu tuttuğumda 15-16 yaşlarındaydım sanırım. Şimdi gitsem artık bir yabancıyım oralarda. Evler aynı evler, toprak aynı toprak. Dağlar, tepeler aynı belki. Tarlalar bile pek değişmemiş. Biraz toprak yer değiştirmiş gibi hissettim en son gittiğimde. Fakat yine de ben artık bir yabancıyım oralarda. Tıpkı bu koca şehirde nasıl yabancıysam. Köye her gidişimde eski yüzlerin daha da azaldığını görüyorum. Bitiyor zaman. Gördüğüm çocukların hemen hiçbirini tanımıyorum. Onlar da beni tanımıyor. Onlara koşmayın diyesim geliyor. Oralar benim çayırlarım. Sizler de kimsiniz?

Sözün özü şu; gerizekalı bir dünyada yaşıyoruz. Bu aptal dünyanın iyi ve güzel olan, gerçek olan nesi varsa imandan gelir. Buna olan inancım ekmek kadar su kadar gerçek. Bunu yitirmeyelim sevgili dostlar, kardaşlar. Zaman biter, gün gelir, hesap sorulur.

Ramazan'ınınız mübarek olsun.

Mehmet ELÇİN

2 Ramazan 1429
2 Eylül 2008

27 Ağustos 2010 Cuma

Mehmet Elçin - Şiir

intihar

keşke infial babından olsaydı
içeri giren akşamın,
susuz ve uykusuz kederini çoğaltmak.
ne denir suratsızlara, ciğersizlere?
oldum olası nefret ettiğim sözlere;
hakarete, adanmışlığa, aldanmışlığa?

yağışlı yazın öğleden sonraları nemli
güneşli kışın sabahları demli oluyorsa
muhtaç değiliz ve elbet öksüz
yetişmediğimiz imansız sözlere.
sözcülere, sözsüzlere
yüzsüzlere andımızı çiğnetmemek için
çiğdem toplamaya gitseydik
yine de öksüz mü kalırdık?

acınası hayatlar yaşıyoruz herbirimiz
kıymetsiz, tıynetsiz ordular olup
nem kapıyoruz, gün sayıyoruz
içimizden buram buram acı
derin bir itiraz yükseliyor iftial babıyla.

kaçmak gerek, fakat nereye?
"gitmeyi istemek, özlemektir" desek
yalancı ve budala mı olurduk?
kalmak bir inat uğruna, sözü meclisten dışarı atmak
hafifinden bir darbe girişimi olsa gerek

kaçmak istiyorum ama nereye?
hiç olmamış Rubovia'ya mı?
hiç olmamış olsaydı bazıları
konuşabilir miydi Ruboviaca?
ya Neverland ya Hiçlik Ülkesi
Ahiret desen de değişmez
olan şey bir itiraz, iftial kapısında
bir ihtimal değildir itiraz
bir intizar değil başka bir intizar
sapasağlam duruşuyla
ölümün yamacında, yaşamın kıyısında.

hayat ölümsüz vücut bulmadı bugüne dek
ölünmüyor olsaydı yaşanmıyor olacaktı
bir ihtimal daha olsa itiraz edecektim
ama yok işte ne yapalım bize düşen buydu
haydan gelinirse gidilecek yer huydu
olmaz olsun insan
şahin bakışlı, fare sezgili
insan olsun önce, hatta melek olmadan
öyle ihtimam gösterdi ki yaşadığı kubbeye
ondan beklenen intisaptı. yapmadı.
istiklali tepti ters yola saptı.
olmaz olaydı, olmaz olaydı. ne yaptı?
ihtilali bastı, irticayı yıktı.

eski hatıraları yabancı seslerin
87 yazından kalma.
ibrik sıcaklığındaki sobaya itimat edip
"tekrar denemek lazımdı çocukluğumuzu" deriz
külleri geceden kalma.
oysa yalvarır gibi şarkı söyler
gürültülü ve elektronik seslerle
ışığı zorlanan karıncalı ekran.
umut taşıyan çizgi filmler seyretmek
tekrar yaşanasıydı, ibrik ısındı.
kalakaldık bir başımıza ve umutsuz.
yüklenip göç etmek isteriz, bıktık,
küllerimizi de alıp.

tüm bunlar bir imtihan.
kalsın yumruklarda sıkılmış bir intihar.
şarkılarda bulurum kendimi
neylerse, eylerim ben, şarkılar,
güzel olsun, demli olsun, hoş olsun
tek tek yaşamayı seçen gözlerimin iptilası olsun
ben yaşatmasam da yaşanacak biliyorum
acıyı sindirmeden mideye indiren
o müşrik ve müflis istifası göklerin
yerle gök arasında seyirte dursun
başkalaşım geçirelim hepimiz
kalakalmış olduğumuzu bilelim.

bilmek, yalnızlık, korkunç.
çaresizlik ve durgunluk.
ancak akşam olursa gecikir yıldızlar
patlayan flaşlar, çocuksu gülmeler var bugün.
kimi hangi uykuda yakalamış hayaletler?
serseri bir coşku buluyoruz akşamlarda
yinelenen, yeniden üretilen her sabah umudu gibi
sessiz bir sahil kasabasında
yaşlanmış gözlerini süzüyoruz çatıların
ağaçlar hışırtılı, deniz hafif dalgalı
parlayan bir yıldız olacağız bu köyde
halimizi unutup, kendimize döneceğiz.
şaşırmamak elde mi?
kimin kemikleri sızlamış da duyulmuş?
kabri unutmadık kardeşlerim
sabahı beklemeden uçup geldik sizlere
gök gürültüsü, şimşek çakışı
bir flaş gibi patlar gece.
resmini çekiyoruz hayatın ve
oynak, cesur bir irtibatla
kabrini buluyoruz tefekkürün.

fütur bir sessizlik vardı dün
iftira ettiler gökyüzüne.
meğer yalancıymış, budalaymış,
anlamazmış, farketmezmiş.
inanmadılar gökyüzüne.

intihar ettiren şarkılar geliyor aklıma
sessiz ve ritmik bir müzik oluyor gibiyim
işte şimdi bu vakit
gökyüzünden aşağı doğru inişte
başka bir koku değil
sadece savaşan kabartılar görüyorum
sımsıcak döşekleri gömülü dağların
bir ninni söyler elini sallar gibi bakıyor bana
hayret, bu saatte bu renk, bu koku.
kim çocukluğunu özlemezmiş ki?
öyle diyorlardı oysa;
sicimsiz bir dalış yapıyoruz çocukluğumuza
aşağıya doğru nem kokusu hatıralar
dipsiz kuyuların homurtuları geliyor
şakaklarım zonkluyor umut verircesine
yaşadığımı hissetmedeyim, bu rüzgar, bu güneş
çok acı bir türkü söylüyor bu vakitte
insanlar, ağaçlar, çaresizce seyrediyor beni.
dünkü hayallerimi hatırlıyorum
kayıplara karışmış tenler,
ilgiler, dengeler başka tarafa uçmuş
varsa irtifa kaybı bu noktada
durup biraz dinlenmek isterdim
hem manzara da güzel.

kim uzanırsa ulaşacak gibi duruyor
rüyalarda yaşatılan aşıkların ülkesine
korkuyor ve susuyor geçmişin hayaletleri
kemiklerim zonkluyor klavye ve fareden
aşağı kalır yanım var mı ki benim bir canlıdan?
hem kefensiz olmaz hiç bir ölü
ki ben ölü görmemiş olsam da
bunları bilebiliyorum yaşarken
acaba bilebilir miydim ölürken
yaşayanlar hakkında genel bir yanılgı?
onlara şöyle tepeden bakabilir miydim?
"siz var ya siz bilmezsiniz" gibi hani.
ben artık biliyorum diyebilir miydim?
derdim muhtemelen, bilirdim bile.
benim "bilebilir miydim?" derdim muhtemelen.

şehre çok uzak olmayan sessiz mezarlıklarda
trafik ve insan gürültüsü duyulmuyor pek
sadece ağacın hışırtısı ve kuş sesleri
o daldan o dala pırpırları.
hava serin ve de güneşli bugün.
yağmur yağmayacak yine belli
hoşçakalın sevgili anılarım
bensiz yaşamayı öğrendiğiniz.
kimi sesler zorlar kimi mezraları
yeni çıkan güncel "player"larda "plak" şarkıları
sesini kesmeyiniz sakın insan neslinin
değil mi ki çokseslilik ve bireysellik
popülerdir dünyamızda bugün?

bugün, düne inat, başka zamanlar inkarda
teknik ve medeniyet intikal etmeden ve hatta
başka bir zamanı yaşarken bile
yabancılaşma yoktu dünyada.
boyut değiştiren ruhlardan oysa bahis açılmakta
başka bir ben, başka bir zamanda -sormalı şaire-;
olabilir miydi acaba?

nefes alıp veriyorken
her zerrem tadıyordu hayatı
oysa şu an, şu vakit, ölmedeyken hani
tanrının kuzularını çığırasım geldi
rahman olanın adıyla başlasam
bitirebilir miyim aşağıya varmadan?

çemkirmek, öykünmek, yüksünmek diye
kelimeler bulunmuş
onları
yani kelimleri
kim kaybetmiş te biz buluyoruz?

ahlak polisi vicdanları körüklüyor, ayrıca;
oyuna gelmeyeceğiz diyorduk en başında bu oyunun
ama, lakin, fakat, ancak;
anladım bir insan başka bir insanı neden öldürür
ya intihar ?
bunu anlamak zor
zor olanı başarmaksa daha da zor.

benzer iklimler yaşadık dostlarla, ölümüne.
bazılarıyla aynı havayı solumak ölüm asıl
bazılarıysa uğraşmaz solumaya velhasıl;
benzer iklimlerde ölüyoruz hasımlarla

şu ibrik soğuyana dek ölmek istemiyorum.
henüz gitmemişken sıcaklığı sobanın
o uyuz kedinin hırıltısı dinmemişken yada
atlıyorken yüksekten,
beyazlıklar üstündeyim
solunum cihazı var sanki
ve sanki bip sesi.

30 yıla yakın süredir
bebekliğim yok ortalıkta
Jonh Lennon yok.
herşeyin bir ölçüsü, mizanı var oysa
yitik kalmış dünyalarla
bir ağlama hissi yaşama isteğimiz
aynı zaman dilimine hapsolmuş.
geçmişe ağlasaydık örneğin
yada geleceğe
"siz hiç kendi ölümünüze ağladınız mı" dedim bir kez
anlaşılabildim mi?
oysa bu soru, "ne iyi adamdım ben" gibidir
aynı cümlede barınır mizahı ve de hüznü.

kabristana girerken selam vermek ölülere
aptalca gelebilir birilerine
o birilerine aptalca gelen çok şey var
onlara öğretmek gerek;
"aptallık yapan aptaldır" diye

iktidar, muktedir olmayalı beri
sevinci kursaklarda kaldı ahalinin
hevesini sorsaydık şimdiki duygularla
aşıkların yıllar öncesi yalnızlığının
perişanlığın padişahiydım o zamanlar
buruk bir sabah gözlerimdeki ıslaklığın
uykudan olduğunu sanmıştım
ağlamanın muktedir ve mutedil zamanları vardı
şimdi insanı ağız tadıyla ağlatmıyorlar
artık bir isyan saati daha olmayacak
işte bu son kahkahadır
son değişim olacak şu alnımdaki
haberin var mı bilmem
ben kimsesiz olduğum günden beri
şiir okurum.

işte bu son.
halbuki bu son olmayacaktı, öngörülen
anlayacaktı şair neden alnındaki bu iz.
çözecek ve varacaktı yaşamanın kolay tadına
belki farkına varacaktı her bi şeyin
bu değilmiş, yaşanmamış diyecekti her biri
görmezden gelecekti, olmadı.
"karanlıktan aydınlığa" çıkacaktı
ne var ki bastırdı yine gece
barınaksız, suratsız şimdi bu kavl
akıl alır gibi değil bu iniş, bu rüzgar
düşünce belki aşağılara
düşünce, belki aşağılardadır diyecek

yazdım, o oldum, bakakaldım.
düşündüm; düşününce geçmedi,
düşülünce geçer belki. olmadı.
bu, buraya kadardı.
vaktim nereye kadar?
işte onu bilmiyorum.

Mehmet ELÇİN
İlk : 21 Mayıs 2007 Pazartesi
Son: 14 Nisan 2007 Pazartesi

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Şiir Kitabı

Rahmetli Mehmet, bir şiir kitabı çıkartmak niyetinde idi.
Nasip olursa, bunu gerçekleştirmek istiyoruz.

Kendisinin şiirleri http://www.antoloji.com/mehmet-elcin/siirleri/ adresinde bulunuyor.

Antoloji.com'daki şiirlerinin dışında da şiirleri bulunabilir.

Antoloji.com'daki şiirlerinin dışında; sizde Mehmet'e ait şiir varsa, bu blog sitesine ya da antoloji.com'a mümkün olan en kısa sürede yüklemenizi rica ederiz.

Mehmet'in son bir seneye ait iş arkadaşlarıyla fotoğrafları




















ZAMANSIZ ESİNTİLER

Mehmet'in son yazdığı şiiri:

zamansız esintiler

kaç kere gördüm aynı rüyayı
cesetlerle dolu bir evdeydim,
-sanki kavga ediyorlar-
-kulağımda bir uğultu-
-ama herşeyi duyabiliyorum-
küçük bir gece lambasını gözlüyorum o an
yıllar sonra geçse bile güz acıları
duvara dönük yer yatağında tek hatırladığım
kızgın şeytanların raksı
ardından uyku geliyor yine
bir sorun var ama ne?
alıyorlar kendilerini serbest bir yere
sonra susuyorlar hayretçe
hayır susmayıp duruyorlar hoyratça
kızıl bir surat oluyor lambalar
çoğaldıkça, büyüyorum, aynalardaki bakışlarım
o, ben değilim sanki
ucu yıllara yayılan o aksi mekanın
bugüne uğultu bırakıyor sanki
tam tasavvur edemiyorum aynaları
kendimi keşfediyorum, başka birini
her daim kendini tekrar ediyor tarih
işte burdayım
olduğum yerde.

Mehmet Elçin
15 Temmuz 2010 Perşembe

06-Ağustos-2010 Burdur Ziyareti

Mehmet'i defnettikten 1 hafta sonra bir otobüs kiralayarak ailesine taziye ziyaretinde bulunduk.
Ziyarete gelenler Genel Müdür Yardımcımız Ali Tuğlu Bey, Mehmet'in Müdürü Mustafa Saraç Bey, Mondial Assistance'dan iki arkadaş ve Bank Asya çalışma arkadaşlarından oluşuyordu.Önce Denizli'deki eve gittik.Mustafa Amca'yı(babası) daha metin gördüm.Yüreğine taş bağlamış, sabrı kendine katık etmişti. Açıkçası çok gıpta ettim. Mehmet'in eniştesi Müftü İshak Bey ve bizden bazı arkadaşlar Yasini Şerifler okudular.
Mustafa Amca bize çok müteşekkir olduğunu söyleyerek ziyaretimizden çok memnun kaldığını saklamadı. O an "Sevinçler paylaştıkça artar, acılar paylaştıkça azalır" sözünü çok daha iyi anladım. Birkaç saat oturduktan sonra hep birlikte kabir ziyareti için Düden köyünün yolunu tuttuk. Köye vardığımızda önce öğlen namazını eda ettik. Ardından kabre doğru ilerledik. Ateş düştüğü yeri yakarmış. Annesinin oğlunu sever gibi kabri sevmesi, üzerini temizlemesi gözyaşlarımızı pınar eyledi.Bizim hüznümüz onların yanında neydi ki.
Ancak  "O diriltir ve öldürür; ancak ona döndürüleceksiniz." ayeti gereği bize O'na teslim olmak düşer değil mi?  Kabrin başında da yine Kur'an-ı Kerim'ler, Yasini Şerifler okundu. Enişte İshak Bey'in güzel konuşmasından sonra fatihalar ile köye veda ettik.
Aşağıda bu ziyaretimize ait resimler yer almaktadır.

Denizli'deki evindeyiz
Düden köyünün camisi
Kabre doğru ilerliyoruz
Kabrin başındayız
Yorumsuz
Yorumsuz
Yorumsuz


Mehmet köyünü çok severdi; bir gün  köyde  bir ağacın gölgesinde otururken  "ölene kadar burda durabilirim" demiş. Mehmet karşıdaki manzaraya bakar şekilde(kıble o tarafta) kabirde yatmaktadır.İnşallah ruhu da cenneti izliyordur.